21 Şubat 2017 Salı

Zafer İnananlarındır. (Bilim Kurgu Hikaye Yarışmasına Katıldığım Hikaye)

Onu öylece boylu boyunca uzanırken görmek gerçekten yıkıcıydı. Üzücü ya da yıpratıcı ya da sarsıcı değil sanırım tam ifadesi bu da değil ama ille de bir tanım yapmam gerekiyorsa yıkıcı uygun olabilir. Bedeni onu her zaman gördüğümün aksine kıpkırmızı , canlı ve neşeli değildi. Yüzünde o her zaman ki gülümsemesi de yoktu çenesi aşağı doğru açılmış, gözleri tavana dikilmiş, genişlemiş ve solukluğu duvara benziyordu. Odada ki herkes şoktaydı. Bu yüzden olsa gerek, yeni ölmüş insanların bağladıkları  gibi çenesini ve ayaklarını bağlayan olmamıştı. Belki de bekledikleri fakat hazır olmadıkları bir şeydi, onu uzaktan gözleriyle inceliyorlardı, hepsinin farklı yüz ifadeleri vardı hepsi kendilerince düşüncelere dalmışlardı. Asıl dikkat çekici olan yatağın üzerinde öylece yatan Mert Ocak 'ın yüzündeki ifadeydi. Hiç burada olmamış gibiydi, giderken tüm bağını da alıp götürmüş, umursamaz bir hal takınmıştı zaten gitmek için can atıyor gibiydi ya da ben o yakıştırmada bulunuyordum.Gitmişti işte tüm dünyada hayranlıkla bakılan, dünyanın en hızlı koşan adamı gitmişti.
Çocukların hayali, o imrenilen, gıptayla bakılan, keskin hatları onu yaşından daha büyük gösteren, bir çok genç kızın hayalini süsleyen o adam bir daha geri dönmemek üzere gitmişti. Hani klasik olarak gidenlerin ardından söylenen bildik cümleler vardır ya; sahip olduklarına göre oldukça mütevazıydı, çok alçak gönüllüydü, zorda kalanın yanındaydı, kötü gün dostuydu gibi onlarca cümle onun için de söylenebilirdi. Benim söylemek istediklerim ise çok daha farklıydı. Fakir sayılabilecek, sürekli huzursuzluğun ve kavganın olduğu bir evde, o koca İstanbul'un varoşlarında dünyaya gelmişti. Evlerindeki kavgaların en büyük sebebi maddi sorunlardı. Babası o zamanlar içki içerdi ve eve gelip annesini dövdüğü zamanlar o eski tip kapılarda olan pencerelerin aşağı inmemesi için dua ederdi. Sonu olmadığını ve hayatının o anda biteceğini düşündüğü çok olurdu. Ertesi gün dışarı çıkmaya utanır ve aslında çok hareketli olmasına rağmen içine kapanık bir çocuk gibi görünürdü. Onunla paylaştığım çok özel anılarından bazılarıydı bunlar. Gerçekten fakirlik görmüş insanlar geçmişlerinde ki bu durumlarını güçsüzlük olarak gördükleri için gizlemeye çalışırlar. Mert Ocak'ta böyle yaptı ve ünlü biri olarak bunları anlatıp dramatize ederek toplumda daha çok puan toplama şansı olmasına rağmen yalnızca kendine çok yakın gördüklerine veya kaybettiğinde de yanında olanlara bu durumu anlattı. Başka kimse bilmezdi. Ben onun için ne anlam taşıyordum da bana çocukluğunda ki hayal kırıklıklarından bahsediyordu kestiremiyorum ama aramızda doktor hasta ilişkisinden çok daha fazlası vardı.

Onun hayatı işte bu şekilde ilerlerken ben orta halli ve sevgi dolu bir ailede büyümüş, üniversitede tıp eğitimini tamamlamış ve spor hekimliği alanında uzmanlığımı almıştım. O dönemlerde dünyada yeni yeni adı anılmaya başlanan bireysel tıpta yükselmeye çalışıyordum. Kendi hayallerim olduğu için değil sadece hayat şartları ve kariyer hevesi ile birlikte zorundalığı beni buna ittiği için. Babamın isteği üzerine tıp eğitimi almıştım, hayalim daha farklıydı. Bireysel tıp özellikle sporcuların yönlendirilmeleri konusunda oldukça önem arz eden bir alandı. Sporculara kas ve vücut yapılarına göre yönlendirmelerde bulunabiliyorduk. Tabi bununla sınırlı kalmıyorduk da tıbbın bütün imkanlarını çok yüksek paraların pazarında olanlara yani o ayrıcalıklı seçkinlere hizmet için kullanıyorduk. Dünya algıları kazanmak ve kaybetmek üzerine kurulu olan ve normal bireylere göre daha hırslı olan sporcular bizim müşterilerimizdi. Türkiye'de sporun başkenti İstanbul'da o dönemlerde yeni açılmış Bireysel Tıp Merkezi'nde çalışıyordum. Bu konuda Tıbbı Genetik Uzmanı Taner Diloğlu ile birlikte dünyanın en iyileriydik diyebilirim. Böyle düşünmek için haklı nedenlerim var. Biz dünyanın en iyi sporcularının doktorları özellikle de bireysel tıp uzmanları isek bu bizi dünyanın en iyisi yapıyor çünkü madalya kürsülerinde onure edilenler aslında o sporcuların performanslarını arttıran bizleriz bence. Nasıl ki yüzücülük tarihine adını altın harflerle yazdırmış Michael Phelps'in başarısı onun için köpek balıklarından ilham alarak özel mayo üreten Nasa uzmanlarıysa, dünyanın en hızlı koşucusu Mert Ocak ve en iyi futbolculuğunun en büyük adayı Hakan Armacı'nın doktorları olarak bizlerdik.

İllegal işler bazen devlet destekli de olabiliyor. Rekabet ya da güç dengesi medeniyet ile parelel gitmeyebiliyor. Tıpkı bir zamanlar nükleer silahsızlanmadan bahseden süper güçlerin en büyük nükleer silah gücüne sahipken  sırf bu sebeptenmiş gibi İran'a müdahale etmesi ve akabinde yaşananlar ile birlikte Üçüncü Dünya Savaşı'nın çıkması gibi. O zor zamanlar tüm dünyanın olduğu gibi bizim içinde acılar ve yokluklarla doluydu. Olaylar cereyan ederken bizim ülke olarak izlediğimiz politika iç açıcı değildi ve hazırlığımız da yoktu. Günü kurtarmak için çabalayan, elinde jeopolitik konumu dışında bir şeyi olmayan bir ülke olmamıza rağmen savaştan en şanslı çıkan biz olmuştuk. Bunun en büyük nedeni ise birlikte savaşa girdiğimiz ülkelerin savaştan çok büyük kayıplar, çökmüş sistemler ve ekonomiler fakat galibiyet ile çıkmasıydı. Sanırım bizim hem savaştığımız ülkelerden hemde müttefiklerimizden çok daha hızlı toparlanmamız ve şimdi dünyanın lideri konumunda olmamızın en büyük nedeni kültürel olarak yozlaşmamış yani diğer ülkelere göre daha az yozlaşmış bir topluma sahip olmamız ve diğerlerinden daha çok kahraman çıkartmamızdı. Bir diğer önemli neden ise savaşa bir lider ile girmek ve ne olursa olsun, hangi siyasi düşünceye sahip olursa olsun toplumun her kesimini etkileyen, etrafında toplayan ve yönlendirebilen bir liderimizin olmasıydı. Bence en büyük özelliği sığ tartışmalar ve basit güvensiz siyasi hamleler yerine gerçekçiliği seçerek halkın güvenini kazanmış olmasıydı. İnsanlar çaresizlikten değil gerçekten ona güvendikleri ve adaletli olduğunu bilip taraf tutmadan ülkeyi yönettiği için ona oy veriyordu.

Bazen hala düşünürüm yıllarca süren ve dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı'na sürükleyen Ortadoğu da ki kriz döneminde bize oldukça dengesiz gibi görünen bir dış siyaset izlerken bir anda taraf seçerek Amerika'nın yanında yer almamız tüm anlaşmalara rağmen Çin'in saf değiştirmesinde büyük rol oynamamız ve neredeyse dünyaya meydan okuyan ve hiçbir ülkeden izin almadan kendi toprakları dışında kendisine zarar verdiğine inandığı bir ülkeyi bertaraf edebileceğinı söyleyen o sert açıklamayı yapmasa ve müdahalede bulunmakla tehdit etmese acaba bu savaş çıkar mıydı?

Cenaze işlemlerin ardından morga götürülürken annesini gördüm, odanın biraz ilerisinde ki banklarda oturmuş dalgın bir şekilde yere bakıyordu. Ne kadar oğlunu sevmese de anneydi ve acılı olduğu belli oluyordu. Sanki yüzünde pişmanlıktan çok yaşanmamışlıklara duyulan üzüntü vardı. Beni bu karşılaşmadan daha çok etkileyen ise cenazede karşılaştığım Hakan Armacı idi. Belki herkes her cenazede biraz da olsa kendi sonunu düşünür ama Hakan'ın durumu biraz daha farklıydı. Girdiği yolun sonuna yaklaşmakta olduğunu farkediyordu artık. Yüzünden bunu okuyabiliyordum çünkü Mert'i fazla sevmezdi ve rahat, sorumsuz bir insandı ama içi kan ağlar gibiydi. Beni görünce öfkeyle gözleri parladı hemen ardından sanki kendi hatalarını ve isteklerini de hatırlar gibi bir suçluluk ve neyseler belirdi yüzünde. Hemen yanıma gelip içten olmasa da Selam verip soğuk bir şekilde sarıldı. Yine içtenlikten uzak sanki bir cenazede değilmişiz gibi "Benim işi ne yaptın" dedi. Neredeyse bittiğini söyleyebildim ve bunu yapmak istediğinden emin olup olmadığını tekrar soramadım çünkü tehditkar bir şekilde bunu defalarca söylemişti. Emindi. "Öyleyse yarın geliyorum. Görüşürüz" deyip cevap vermeme bile fırsat vermeden yanımdan ayrıldı.

Ertesi gün merkeze Tuğba ile birlikte geldi. Tuğba onun hayatına bir spor muhabiri olarak girmiş ve zekası, iyi niyeti, dik duruşu ve içinde barındırdığı tutku ile hastalıklı denebilecek bir ilişki ile hep yerini korumuştu. Belki de bu özelliklere sahip onlarca kızla birlikte olmuştu, çok hovarda bir adamdı. Aşk için belki de en önemli şeylerden biri zamanlamaydı. Garip bir durumdu. Aşk evliliği yapmamıştım ama onu kısmen de olsa anlayabiliyordum. Asistanlık dönemimde tutkulu bir aşk yaşamıştım. Hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştı. Karım ile mantık evliliği yapmıştım ama kızlarıma tam manasıyla aşıktım. Bence dünyanın en güzel iki kızıydı. Ne yazık ki büyük kızımı, Eda'mı henüz onaltı yaşında uyuşturucudan kaybettim. Canlı cenaze gibi gezmem, hayatttan pek beklentisi olmayan biri olarak takılmam hep bundan. Uğrunda şerefimi, dürüstlüğümü ve benliğimi verdiğim para ve lüks hayatın kızımın elimden gitmesine neden olduğu düşüncesinden ve hep kendimi suçlamaktan bir türlü kurtulamıyordum.

Tuğba zayıf, uzun boylu, bembeyaz tenine inat simsiyah saçları olan ve çok güzel siyah gözlü bir kızdı. Uzay üssünü andıran merkeze gelince yüzüne tatlı bir şaşkınlık yerleşmişti. Hele büyük binanın altına inşa edilmiş yer altı laboratuarları çok ilgisini çekmiş gibiydi. Hakan çok farklıydı ve giderekte farklılaşıyordu. Daha başarılı olabilmek dünyanın en iyisi olabilmek için hayatından tavizler vermişti. Devlet destekli gen dopingi o yılların Türkiye'sinde yapılabilen bir durumdu. Dünya Doping Ajansı (WADA) yaptığı onlarca teste, hatta sporculara çıkarttığı biyolojik pasaporta kadar bir sürü yeni yöntem geliştirirken biz Spor Hekimleri de boş duracak değildik. Genlerin değiştirilmesi başlangıçta tedavi maksatlı yapılmaya başlandı ve oldukça ileri seviyede başarılar da kazanıldı. Bu yöntemle kanser, AIDS, Gaucher Hastalığı, Hunter Sendromu, Kistik Fibrozis, Hemofili gibi bir çok hastalık tarihe karıştı. Sağlıklı sporcuların genlerinin değiştirlmesi ise WADA'nın yaptığı testlerde doping olarak ortaya çıkmıyordu. Belirli taşıyıcı vektörler ile sporculara bu laboratuarlarda veriliyordu. Daha hızlı koşabilmesi için Mert'e bir koşucu olduğu için sadece enerji ve dayanıklılık ile ilgili olan ve normal insanlardan iki kat hızlı koşmaya sağlayan peroksizom aktivasyonlu reseptör gama (PPAR) geni enjekte edilmişti. Büyük başarılar, imrenilen bir hayat ve ani bir kalp krizi sonucu ölüm ile son bulan bir yaşama sebep olmuştuk. Bu sonu Mert'te biliyordu tıpkı Hakan'ın bildiği gibi. Hakan'a PPAR'a ek olarak yorulunca kaslarında ki ağrıyı daha az algılamasını sağlayan endorfin ve yeni damarların oluşmasında ve yara iyileşmesinde önemli rol oynayan damar büyüme faktörü (VEGF) verilmişti. Hakan dünyanın en iyi futbolculuğu için Portekiz rakibi Bruno ile kıyasıya bir yarış içindeydi.

Belki yoğunluk açısından da önemli bedeller ödüyordu ama asıl ödediği bedel bilişsel yeteneklerinden gücüne kadar vücudunun her yerinde olan ve diğer insanlardan her anlamda daha başarılı olmasını sağlayan bedeldi. Birçoğu bu duruma bedel demeyebilir ama dünyada iletişim bile kurabileceğiniz birinin olmaması çok zor bir durumdur. Siz çoktan dönerken birileri hep daha yeni yol alır, siz bir konu hakkında kitap yazabilecek bilgi birikimine sahipken kimileri daha yeni keşfediyordur ve hep en başarılı olan siz olduğunuz için eğer internet üzerinden zenginlik resimleri paylaşmaktan çok hoşlanan, kendini başka insanlar üzerinde tatmin eden biri değilseniz bu bir bedeldir. Tıpkı bir zamanlar hastalık haline gelen zengin ve ünlü ailelerin çocuklarının hayattan tatmin olabilecek birşey bulamadıkları için intihar etmesi gibi. Hakan da yalnızlığına son vermek en azından cinsel açıdan kendine denk biriyle birlikte olmak için Tuğba'ya da gen dopingi yapılmasını istemişti. İnsanoğlu karmaşık bir yapıya sahip sadece genlerden ve beyinden ibaret değil ayrıca kalbi ve duygularıda var. İstekleri ise sınırsız, hep daha fazlasını istiyor . Hakan'da böyle yapmıştı işte kendine bir eş istiyordu her insan gibi. Asıl ilginç olan ise tehlikelerine rağmen Tuğba'nın da bu durumu kabullenmesiydi. Bugün bunun için yanımızdaydılar.

Tuğba beline kadar gelen saçlarını arkadan örmüş ve yanına atmıştı. Belirli testler ve herşeye rağmen bilgilendirme çalışmalarımız oldukça uzun sürdü. Sadece üç gün boyunca bu işlemin devam edeceği ve bir hafta bu merkezde kalması gerektiğini söyleyince huysuzlandı. Sanki tek problem buymuş gibi. Onu olduğundan daha zayıf gösteren hastane önlüğünü giydiği an yaptığı esprilerle hepimizi güldürdü ve ondan daha gergin olan bizleri de işleme hazırladı. Nihayetinde bunu daha önceden de yapmıştık ve onun vücudu için uygun olan dozu verecektik. Bunda korkulacak birşey yoktu. Zaten sorunlar işlemden yıllar sonra ortaya çıkmaya başlıyordu. Bizim sorumluluğumuzda olan bir durum değildi. Üçüncü günün sonunda aşırı terleme ve kusma kendini gösterdi. Taşıyıcı vektörler yardımıyla genleri verdiğimiz için bu beklenen bir durumdu fakat onu gözlerimle gördüğümde veriler dışında değerlendirmem gerekenler olduğunu ve can çekiştiğini farkettim. Bunu deneyimli her doktor genelde gözlemleyebilirdi ve onu gördükten yaklaşık üç saat sonra da yatağında buz gibi hareketsiz uzanıyordu tıpkı tüm bunlara sebep ve şahit olan Hakan gibi. Sadece yere bakıyordu, ağlamıyordu. Sevdiği kadın son nefesini vermişti ve kendi hırslarının bu duruma sebep olduğunu biliyordu.Onun her iki koluna da girip odadan dışarı çıkarmaya çalıştıklarında birden ellerinden kurtulup hayatımda daha önce hiç görmediğim biçimde derhal oradan uzaklaşma hissi uyandıran bir acının içimde belirmesine sebep olarak feryat etmeye başladı. Genç insanlarda ölebiliyordu ve bu durum her kayıptan daha fazla canınızı acıtabiliyordu işte. İnsanın sevdiğini kaybetmesi bana uzak bir duygu değildi ama o kadar duyarsızlaşmışım ve hayattan çok ölüme yakın yol almışım ki böyle hissetmeyeli yıllar olmuştu. Öfke değil; belki suçlulukta değil bir kabulleniş feryadıydı Hakan'dan gelen feryat.

Cenaze işlemler için iki gün bekletildi. Sanki bir umutla canlanmasını bekliyordu Hakan. Öyle olmadı tabi ki. Cenazede çok mağrur görünüyordu. Neredeyse hiç ağlamadı ve isterik tavırlar da sergilemedi. Kızarmış gözlerini bile güneş gözlüklerinin arkasına saklamadı. Hiç olmadığı kadar doğaldı. İnsanlar kendi cehennemlerini kendileri oluşturabiliyorlar. Zamanında uğrunda sahip olduğu herşeyi feda ettiği ve yanlış yola sapmasına neden olan alkışlar bugün onun hayatta en sevdiği insanı ölüme götüren bir silah oluvermişlerdi. Ona cehennem ıstırabını hatırlatan alkışlardan ve hayatından kaçabilmesi de pek mümkün görünmüyordu. Kendine çıkış yolu bulamamak, her gün ayakları geri geri giderek bir yerlere sürüklenmek, tıpkı benim hayatım gibi.